28 Mayıs 2020 Perşembe

film okuması: mutlu lazzaro (lazzaro felice)


Bir tür sömürü düzenini anlatıyor film. Markiz marabaları, marabalar kendi içlerindeki en safı filmdeki metafor adıyla aziz'i sömürür. Peki aziz kimi sömürecek?
Bu dünyaya ait olmayan bir karakter lazzaro. Bu karakterin dini de bir altyapısı olduğu halde film herhangi bir mistik öğe taşımıyor.

Devlet görevlilerinin bu korkunç geri düzeni gördüğü yerde onları şehirden uzak yerden alıp şehrin merkezine daha da kötü bir ortama koyması gibi bir devlet eleştirisi var. Medeniyet diye satılan fakat bin yıllık sömürge anlayışından daha berbat halde olmakla açıklanabilir bu. Carole karakterinin yillar sonra mültecileri tersten müzayede usulü işe almasi son dönemde gördüğüm en çarpıcı sahneydi. (5 eurodan bahsi açıp 1 euroya çalışacak işçi alımı)

Yıllar sonra anlaşılıyor ki sömürü düzeninin âlâsı bankalar tarafından yapılıyormuş. Lazzaro karakterinin bankaya gidip düzgünce hesap sorma sahnesi ve başına gelenler. Anlaşılan o ki o gerçek bir aziz. Ve çevresindeki tüm insanlar olarak hepimiz birer pisliğin önde gideniyiz.


Tüm bu eleştirileri yaparken ana karakteri zaman algisindan bağımsız kurgulamasi geçmiş günümüz değişimini ustalıkla yapması filmi güçlü ve özgün kılıyor. Cannes'da en iyi senaryo ödülü alması şaşırtıcı değil.  Son zamanlarda izlediğim en iyi film.

30 Ekim 2019 Çarşamba

film okuması: parasite

 Sınıf ayrımı ekseninde ilerlerken ilk 45 dk gülmekten yerlere yatıran, daha sonra ise gücü elinde bulunduranın nasıl vicdandan yoksun, insanın nasıl bu kadar acıma duygusundan münezzeh olabileceğini de yüzümüze çarpıyor. Film sıkmadan baymadan usulca mesajını da işliyor. 

Bazen en çok tepki verilmesi gereken anda susar, en sıradan anda ise duygu patlamasi yaşarız. "Koku" gibi sınıf farklılığın en basit simgesini film metaforu haline ucuzlastirmadan böylesine ustalikli getirebilmek iyi yönetmen işidir. Yükselen güney Kore sinemasinin adından söz ettiren yonetmeni altın Palmiye ödülünü tartışmasız bir şekilde hak ediyor. Muhtemelen 2020 yabancı film Oscarını da kucaklayacaktir.

1 Haziran 2018 Cuma

film okuması: ahlat ağacı

uzun zamandır bekliyordum, beklediğime fazlasıyla değdi. nuri bilge, toplumumuzdaki erkek prototipini çok iyi gözlemlemiş. iklimler filmiyle başlayan süreçte filmleriyle hayatımıza soktuğu erkek karakterler öylesine sıkıcı, öylesine hödük ki.. üstelik bunların öyle ipsiz sapsız tipler de değil he. bayağı bir kendini yetiştirmiş tipler bunlar. ama kadın karakterlere tutumu hemen hemen hepsinin aynı. bu filmde de başrol sinan karakterinin annesine takındığı tavır çok sevimsizdi, beni çok irite etti.

(yoğun spoiler içerir)

film sinan'ın üniversite sonu taşraya dönüşüyle başlıyor. hayatına ne şekilde devam edeceğini kestiremeyen sinan daha ilk dakikadan bize memnuniyetsizliğinin sinyallerini veriyor. uzun ve tek plan halinde çekilen bir sahne var sinan ve eskiden hoşlandığı kız hatice ile. güzel görüntüler yakalamış yönetmen burada. kızın yaraladığını sandığı dudak, daha sonra geçmişin acısını çıkarırcasına kanayacaktır. babanın aymazlığı, her şeyi ti'ye alışı ev hanesini ciddi şekilde rahatsız etmektedir. film neredeyse sinan'ın babasını itin götüne sokmak üzere kurulmuş. kış uykusu'nda olduğu gibi iki kişinin entelektüel konuşma serüveni bu filmde de sürüyor. kendini roman yazma konusunda kanıtlamaya çalışan sinan, kendisi gibi o bölgeden çıkmış ve tanınmış süleyman akbaş ile tanışıyor ve inanılmaz keyifli bir sohbet gerçekleştiriyorlar. hayal mi gerçek mi sekanslarından biri bu sahneydi, açıkçası bu filmde seyirciyi bu tarz yanıltmaları sıkça kullanmış yönetmen. kitabı bastırabilmek için belediye başkanının yönlendirdiği inşaatçı adam, okumadığı gibi okuyanları da aşağılayan biri, bu ülkenin her mahallesinde illaki denk geldiğimiz talihsiz karakter. o kadar tanıdık ki. bir zamanlar anadolu'da filmindeki ercan kesal etkisi yarattı bence o adam... gerçekten de işi gücü düşüncesi o olabilir bana öyle hissettirdi. işte sinan, bu adamlarla muhatap olduğu için hiç sevmiyor burayı. 
geldik filmin en sevdiğim sahnesine... iki imam ve sinan ağaçlık yerden kahveye kadar yürür, yürürken de başlarlar dini sohbete. işte burada sinan'ın düşünce yapısıyla farkı yarattığını anlıyoruz. bir yerde dini motamot alan, dosdoğru yargısız okuyan; bir yerde de farklı bakış açılarının da mühim olduğunu vurgulayan, sorgulayan imam. çok keyif aldım tam bir yol üstü sohbetiydi. 

belki de en çok güldüren nuri bilge ceylan filmi. fakat film boyunca bir kişiden kitabının okunduğunu duyamayan sinan'ın, yine film boyunca herkes tarafından eleştirilen babasının kitabını okuduğunu öğrenmesi var ki sinan'ın babasına tek sempati duyduğu yer burası. öyle ki bu, sinan'a, hiçbir zaman babasının yardım isteğine seve seve karşılık vermemişken, tam da onun kuyudan su çıkarma ideali sona ermişken, kuyudan su çıkarmak için canla başla mücadele etme isteği verecekti... babasının cüzdanından oğlunun kitabıyla ilgili gazete kupürü çıkması beni aşırı duygulandırdı. 

her oğlan babasına benziyor. bence bu hikayedeki sinan bir yanıyla nuri bilge ceylan. doğu demirkol'u bu yüzden de seçmiş olabilir. boyu kalıbı kısa saçlı hali vs. zaten o gazete kupüründe sinan'ın verdiği poz, nuri bilge ceylan'ın söyleşiler kitabında verdiği pozla aynı. söyleşiler demişken, o kitaptan çok güzel bir alıntıyla yazıyı sonlandırayım:

"babam ziraat mühendisiydi, "ziraatçi" derlerdi ona. o günler sanki kimse bir diğerinden fazla değildi, genel bir yoksulluk vardı. çoraplar yamanır, ayakkabılar pençelenirdi. bir ayakkabı iyice parçalanmadan yenisinin alındığını pek hatırlamam. elektrik kasabadaki gürültülü jeneratörden belirli zamanlarda verilirdi. babam çok para gitmesin diye saç tıraşım için elle çalıştırılan bir tıraş makinesi almıştı. erkek çocukların hepsi için kısacık "alabros" denen basit bir saç modeli neredeyse standarttı. her taraf kısa ama sadece önde biraz daha uzun bırakılan bir saç. kısa saçtan ön taraftaki uzunca saç bırakılan bölüme geçişin biraz yumuşak olması gerekiyordu, berberler onu iyi yapardı. esasen berberlerin maharetlerini gösterebilecekleri tek yer de zaten bu geçişti. babam bu geçişi biraz sert yapıyor olmalı ki, bir gün mahallede oynarken savcıyla hakim geldi yanıma. o detaydan anlamış olmalılar, "oğlum, gel bakayım buraya, seni kim tıraş ediyor?" dediler. "babam" dedim. babamın cimriliğini kanıtlamış olmanın sevinciyle birbirlerine bakıp gülümseyerek, alaylı bir şekilde kafa salladılar. biraz da konuştular galiba "demedim mi ben sana" falan gibi. sonra ben bunu evde anlattım ve annemle babam arasında bu küçük olayın ciddi bir duygu yarattığını görerek ürktüm. "vay eşşoleşşekler" falan diye küfür ettiklerini hatırlıyorum...

bu hikayede beni heyecanlandıran tüm çıplaklığıyla insan doğasının bu tarz yönlerini ele alabilecek oluşumuzdu daha çok..."



daha bizden bir şey olduğu için ve diyaloglar daha ayrıntılı işlendiği için şu şekilde güncelleyebilirim artık: ahlat ağacı > kış uykusu

27 Mart 2017 Pazartesi

buruk hayaller

bugün hürriyet.com'da basketbolla ilgili bir yazı okudum. ilginç ve tartışmaya açık bir yazı esasında.
http://www.hurriyet.com.tr/sporarena/kucuk-basketbolculari-aglatan-baski-40408319

11-12 yaşlarındaki kızlar basket maçı yapıyorlar. önde olan takımın koçu ise kazanma arzusunu abartarak maç boyunca tam saha baskı ile yönetiyor takımını. yenik durumdaki kızlarsa topu çıkaramadıklarına üzülüyorlar ve sarılıp ağlaşıyorlar. maç da 103-4 şeklinde bitiyor. ayrıntılar linkte.
ne kadar üzücü bir tablo değil mi? 

benim içim burkuldu. yani basketbol iştahının artacağı en önemli yaş aralığındaki çocuklar belki de oyuna küsüyorlar, hiç unutamayacakları anılarla belki de "bu işi"başlamadan bitiriyorlar. sorun diğer oyuncularda mı? hayır, galip takımın koçunda elbette. yani bence. yoksa yine de tartışmaya açık bir konu yazının başında belirttiğim gibi.

normalde ne olursa olsun hodri meydan gibi bir mentaliteyi kendine düstur edinen ben, bu konuda ne yazık ki belki de duygularıma yenildim. öğretmen olarak bu yaş grubundaki öğrencilerle haşır neşir olduğumdan mıdır, çocukken benzer bir durum başıma geldiğinden midir, yoksa doğrusu bu olduğundan mıdır epey bir muhasebe yaptım bu yazıyı yazarken.

ben de bu yaşlardaydım, okulun maçı vardı. çok maça çıkamıyordum ve beden sırasında en son sıradaydım. anlayacağınız yaşıtlarımdan epey bir ufak bir boyum vardı. maç başladı, pek sıkıntı yok, koçun söylediklerini uygulamaya çalışıyoruz yarım yamalak. faul oldu, kenardan topu başlatacağım, üzerime ikişer tane kol geliyor. yerinde de durmuyor pezevenk, bacaklarını titretiyor, hata yapmamı bekliyor, topu nasıl çıkaracağımı bilmez durumdayken hakem tak! diye bu işkenceye son veriyor ve topu karşı takıma veriyor. ömrüm boyu unutamıyorum o anı. çok zayıf hissediyorsun..
11-12 yaş gibi bir yaşın dahi gelişimsel olarak inanılmaz fark ettiği bir yaş aralığında diğerine üstünlük kuran çocuklar özgüvenlerini perçinlerken, diğer yandan oyuna küsmeye yüz tutmuş bir nesil yetişiyor. 

linkte yer alan yazının geri kalanında türkiye basketbol federasyonu'nun u11 ve u12 kategorileri için ilgili kurallardan şöyle bahsediyor:

"tam saha baskı yapmak yasaktır. ancak ve ancak, maçın son iki dakikası ve bir takım 10 sayı veya üstünde bir sayı farkıyla mağlup ise, o takımın tam saha baskı uygulamasına izin verilecektir. son iki dakikanın dışında ve yukarıda bahsedilen şartın oluşmadığı durumlarda baskı uygulayan takımın antrenörüne teknik faul çalınır. teknik faulün uygulanması ve sonrasında fiba oyun kurallarının hükümleri uygulanır."

ne var ki mevzubahis maç, gençlik ve spor bakanlığının düzenlediği bir turnuva olması dolayısıyla ilgili kuralı içermiyor. sıkıntı da burada ortaya çıkıyor. 
yine çok enteresan, yarı final ve final maçlarında tbf'nin kurallarını uygulayan gençlik ve spor bakanlığı, öncesindeki maçlar için böyle bir kurala lüzum görmüyor. doğrusu, yarı final ve finale kadarki tüm maçlarda bu kuralı kullansa, sonraki maçlarda böyle bir kurala gerek yok dese çok daha isabetli bir tutumda bulunmuş olurlardı! allah akıl fikir versin!

15 Ocak 2017 Pazar

gündem üzerine

şu sıralar ülke kritik günlerden geçiyor. pisi pisine ölümle kahramanlık arasında gidip gelen sade vatandaşlar temsil ediyor ülkeyi. başkalarının "onların görevleri ölmek" diye tanımladığı askerleri saymıyorum bile. son dönemde artan bombalar, patlamalar derken şimdi ise taptaze bir gündemin içinde bulduk kendimizi. aslında konuşulacağı kesindi. fakat son dönemde yaşananlar dolayısıyla belki planları askıya alınır diye bekledim, ne var ki böyle bir şey olmadı, başkanlık anayasası geri çekilmedi. 

cumhurbaşkanına tam ve neredeyse tek yetki veren, meclisin bir nevi kendini feshetmesi anlamına gelen bu anayasaya dört elle sarınıldı. her dönem belli bir kitleyi yanına çekmeyi başaran akp kadrosu, bu sefer mhp liderini ikna etti. 
2001 ekonomik krizinde erken seçim çağrısı yaparak akp'ye ülkeyi 15 senedir tek başına yönetme şansı veren, fazilet partisinden ayrılan yenilikçilere tarihte görülmedik fırsat bırakan da devlet bahçeli'den başkası değildi.

ben referanduma kalmadan erken seçim yaşanacağını düşünüyorum ama yine de, olası bir referandumda neler yaşanacağını tahmin etmek istiyorum:

12 eylül 2010'daki referandumda herkes tarafından kabul edilebilecek, kimsenin itiraz edemeyeceği maddelerin yanı sıra o vakitten bu vakte kadar geçen sürede mevcut hükümetin yönetimsel ve yargısal bazda ciddi değişiklikler öngören maddeler vardı. sonuçta 1980'de yaşananları unutmamış kesimi, liberalleri, "hükümet bunu uygular mı uygulamaz mı bilinmez, niyet mi okuyalım diyen" kesimi, yani o dönemde kendilerini "yetmez ama evet" diye adlandıran tayfayı ve kürtleri kendilerine çekerek yüzde 57 oy çıkartıldı.
o dönemden bu döneme cehape kadın kollarındaki teyzelerin, "niyet okuyan"ların haklı çıktığını söylememe gerek yok sanırım.

fakat bu sefer yüzde 57'yi oluşturan o liberaller, o kürtler, o mhp'liler yok. şu anda bölük pörçük olmuş bir mhp var ortada. mhp seçmeni, mecliste partisinin kendisini temsil ettiğini düşünmüyor. 

zaten ben de buna şaşırıyorum ya, ekonomik anlamda yönetimsel bazda bu kadar sıkıntı varken böyle riskli bir işe mi girişilir? demek durum sandığımızdan daha da vahim. 
ihtimal şu ki erken seçim yapılsa iktidar partisi yüzde 35 bile oy olsa tek başına iktidar olacak çoğunluğu yakalayabilirken, şu durumda referandumdan yüzde 49 evet bile çıksa akp üzerinde kara bulutlar oluşmaya başlayacak. belki de bir devir kapanacak... 
referanduma kalır ya da kalmaz, evet çıkar ya da çıkmaz, ülkede yaşanacak her gelişme umarım biz milletin hayrına olur. (hayır, hayır ile ilgili bi kelime oyunu yapmayacağım.)

7 Nisan 2016 Perşembe

avrupa finali görmek

uefa kupası'nı yalnızca kutlamalardan hatırlıyorum. 2000 senesi benim gibi hafızası pek yerinde olmayan 91'liler için hayli eski. sonra kayıtlardan ezberledik saniyelerine kadar final maçını tabii, o ayrı.

fakat final demek, yalnız final demek değildir. takımın finale kadar geçirdiği dönemi iyi bilmek gerek. hangi kırılma anları yaşandı, ne zaman çıkışa geçti takım, sakatlıklar var mıydı, bunlara önlemler nasıl oldu, takım kaç senelik projenin ürünü? bu gibi sorular ve bunlara verilen cevaplar finali daha anlamlı kılar. 

galatasaray erkek basketbol takımının avrupa kupalarına katılım sürecini her zaman yakından takip ettim. uleb kupasının kanal 24'ten yayınlandığı o dönemlerde kapı kapı komşu evi gezip maç dilendiğimi hatırlıyorum. galatasaray'ın basketbol takımını takan mı vardı o dönemde? iki tane oyuncu ismi sayamazlardı, kimseyle de paylaşımım olmazdı. ama sanki o dönemlerden bir şeyleri biliyormuşçasına, ya da ütopik hayaller peşinde koşarak diyelim, bir gün avrupa finalini göreceğimizi ümit ediyordum. hatta internetin yaygınlaştığı dönemlerde, euroleague'e katılım sürecimizde sıradan bi internet sitesinde kimsenin tıklamayacağı başlıklarda maçla ilgili 30 - 40 bilgi döşüyordum... kendim çalıp kendim oynuyordum anlayacağınız... şimdi bakınca komik geliyor belki şu yazdıklarımın ilerleyen yıllarda komik geleceği gibi ama içten içe bi ümit besliyordum.

o zamanlardan ilk hayalim erkek basketbol takımımızın lig şampiyonluğunu görmekti... bunu başardı ergin ataman. sadece bunun için bile minnet borcum var ona.
ikinci hayalim de gerçekleşti. avrupa'nın ikinci büyük kupasında gran canaria'yı dize getirdik ve ne olursa olsun o maça çıkacağız! bunu yine ergin ataman başardı. 1 kasım'da, daha önceden söylediği iddiasını yineledi: "eurocup'ı alıp doğrudan euroleague'e gideceğiz. bakalım onu nasıl engelleyecekler!"

koç değişen euroleague sistemini eleştiriyordu. bu sisteme göre galatasaray'ın önümüzdeki sezon euroleague'e gidebilmesinin tek ihtimali eurocup'ı kazanması. şimdi iddiasına bir tık uzaklıkta.

galatasaray final maçlarını iyi oynar, kültürümüzde bu var. o kupayı alsa alsa ergin ataman alır ve alacağından hiçbir şüphem yok. avrupa kupalarında finale yükselmiş 8 türk ekibinin 5'inin altında ataman imzası var. bundan âlâ winner'lık mı olur? eğer ki bu kupayı da alırsa gelmiş geçmiş en başarılı türk koç ünvanını perçinleyecektir. finalin değeri ortada. koç, euroleague'i hak eden galatasaray taraftarına, galatasaray ailesine ve belki de avrupa seyircisine armağan için çıkacak çift ayaklı maça. 

eksiklikler aksaklıklar olsa da galatasaray, çıktığı maçın favorisidir her zaman hele ki sözkonusu avrupa'ysa! yürüyedurun aslanlar, yolunuz açık olsun!

24 Ağustos 2015 Pazartesi

bir çeşit yanılsama: televizyon

uzun yıllardır dizi falan izlemiyorum. hayır belgesel falan da izlemiyorum. genel olarak izlemiyorum. tarzım değil.
her neyse. 
tatil sürecinde gözüm televizyona takılıyor ara sıra tartışma programı, dizi vs derken... her gün daha da köhneleşmiş zihniyete tanık oluyorum. normal hayatta istediğim ortamda takılabildiğim için kaçınabiliyorum belki. ama televizyon denen nesnede her şey o kadar aynı ki, belli kanalları izlemeye meşrebim elvermiyor. geri kalan hepsi çok aynı! bilhassa dizi sektörü için konuşuyorum. senin muhafazakar dediğin atv'nin dizileri de kanal d'den efendime söyleyeyim star'dan show'dan hiç farklı değil.

eskiden çok dizi izlerdim. televizyon bağımlısıydım bile diyebilirim hatta ama bu kadar yüzüme vurmuyordu. hayır, tv izlemediğim süre içinde bi tarikata da üye olmadım herhangi bir cemaate de mensup değilim.. hatta bu süre içerisinde dini kimliğimden iyice uzaklaştım ama ne bileyim.. bazı şeyler, eskiden kabul gördüğüm bazı şeyler şu an bana çok aşırı geliyor. erkek oyuncuların senaryo gereği kadın oyuncuya yapışmalarının kadının yüz vermesinden ileri geldiğini düşünüyorum. ısrarcı erkeğin o hallerinden ben dahi tiksiniyorum, kadın oyuncumuz öyle bi "gel" diyor ki hareketleriyle erkek de bundan yüz buluyor. peşine takılıyor kadının üzerinde bi hegemonik erkeklik taslamayı uygun buluyor. daha az önce izledim yav. inadına aşk mıydı neydi. erkek, kadının özel aracına girecek kadar cüreti buluyor kendinde. giriyor ve kadında tepki yok? çabuk çık dışarı yoksa polis çağırırım diyemiyor! erkeğin de ağzında bir gül, kadını ikna etmeye çalışıyor. kadın da erkeğin ısrarcılığından şikayetçi ama gülüyor. şimdi ben de böyle bir durumda olsam devam et burak aferin doğru yoldasın! derdim kendime. nitekim kadın da buluşmayı kabul ediyor hatta kendi ayarlıyor... 

hadi ben kendimi biliyorum. dizideki erkek oyuncu da kendini biliyor diyelim?..

bir de bu diziyi izleyen çoğunlukla kendinibilmezlerden oluşan bir kitle var. hayatı bu dizilerden ibaret sanıyor. imreniyor tv'de gördüklerine ve masumiyet filmindeki haluk bilginer'in oynadığı karakter gibi "bana da vereceksin ulan! ellere var da bize yok mu bana da vereceksin" diyor. tacize ve tecavüze teşvik oluyor haliyle, dolaylı olarak! sanıyor ki bu işler böyle yürüyor. "güldü demek ki verecek" anlayışı sadece filmlerden ibaret değil bunu görememek.. çok güç doğrusu. 

allah bu kendinibilmezlerin bin belasını versin. ömür boyu mutsuz olsunlar, cezalarını çeksinler ve inandıkları da onlara yüz çevirsin. izlediğim türk dizisiydi, yabancı bir dizide var mıdır, nasıl olur, bu sahnelerin toplum bazındaki yansımaları ne denli olur bilemem... maatteessüf bu coğrafyada kadınların daha dikkatli olması gerekiyor. bağıracak! çağıracak! tehdit edecek! kezban yaftası yemek pahasına... bırakın kezban desinler (diyelim) siz mutsuz olmayın da. 
nice naif kadın da bu tarz olayları çocukluğundan beri yaşadığından küçük yaştan itibaren hayata karşı dikbaşlı ve sert bir tutum sergileyen olup çıkıveriyor. tabi bu söylediklerim kalıcı olmayan çözümler. her şeyden önce özellikle erkeklere eğitim gerekiyor.. uzun vadede... 

sözün özü, televizyonun bu tarz taciz tecavüz olaylarına çok da masum olmayan bir katkı sağladığını düşünüyorum. televizyon derken.. gazetesi, radyosu... kısacası basınyayın. basınyayın da en az biz kadar suçlu.