25 Kasım 2014 Salı

film okuması: kosmos

aslında uzun oldu seyredeli. üniversitenin ilk yıllarında izlenime girmişti. istanbul, izmir, ankara gibi başat şehirlerin yanı sıra eskişehir'de de vizyona girdiğini öğrenmem, üni tercihinde ne kadar doğru bir karar verdiğimi gösteriyordu. eşlik edecek birini bulamamıştım ne yazık ki. ben de tek başına izlemiştim. tek başına izlenen filmlerin ayrı bir havası oluyor nedense. arada yapmak gerekir aslında. nerede olursan ol. 

her neyse kosmos benim için çok ayrı bir film. vizyona girdiği tarihten itibaren merakla beklediğim nadir filmlerden biriydi. fragmanı ilgi çekiciydi bir kere. sonra sermet yeşil'in oyunculuğu. fazlasıyla merak uyandırıyordu.



 

baş karakter battal, filme ağlar halde koşarak geliyor. yine aynı şekilde de bitiyor. bunu en son nuri bilge ceylan'ın iklimler filminde görmüştüm. orada da kadın karakter, (bahar olabilir) filmin başında da ağlıyordu sonunda da. sanırım bu ciddi bir metafor. ya tüm bu anlatılanlar koskoca bir hikayeden alınan ufak bir kesit denilmeye çalışılıyor. ya da anlatılmak istenen "bu karakterler hep böyle, siz de bu anına tanıklık ettiniz ve sonsuza kadar böyle sürecek"

sanırım reha erdem için ikincisi daha doğru çünkü kendisi bir hikaye sunmaktan çok, anlam arayışında olan bir yönetmen. battal karakterinin şu tiradına bakar mısınız: 

"herkesin başına her şey aynı şekilde geliyor; iyiyle kötünün, cömertle cömert olmayanın başına gelen şey aynı; iyi adam nasılsa suç işleyen de öyle, yeminle yeminden korkan aynı birbiri gibi. hayatta her şeyde bela şu ki, herkesin başına gelen şey aynı; hem de insanoğlunun yüreği kötülükle dolu ve ömürlerinin devamınca yüreklerinde delilik var ve sonra ölülere katılıyorlar. çünkü bütün yaşayanlarla beraber olan için ümit var. çünkü sağ köpek ölü aslandan iyidir. çünkü yaşayanlar biliyorlar ki ölecekler; fakat ölüler bir şey bilmez, ve artık onlar için bir ödül yok; çünkü onların anılması unutulmuş."

sanırım bu tirad filmin yarısını oluşturuyor. zira "sanat filmi" sevmeyenlerin epeyce canının sıkılacağı filmlerden kosmos. sanat filmi de ne demekse... maskeli beşler tarzı olmayan filmler diyelim geçelim...

film boyunca şaman kültürüne ait birçok verinin kulanıldığına şahit oluyoruz. belli ki yönetmen arayışta! inanç sorgulamaya bir film. "sol eli başımın altında olsun, sağ eli beni kucaklasın" vurgusundan da anlaşılıyor inanç derdinde olduğu yönetmenin, pek de güzel bir film. 


bir de unutmadan! battal ve güzeller güzeli neptün'ün hiç konuşmadan ve birbirlerine dokunmadan çığlıklarla seviştiği sahne son derece çarpıcı, dramatik gerilimin anbean müzik vasıtasıyla yükseltildiğine dikkat!

22 Kasım 2014 Cumartesi

romantik taraftar profili


yense de yenilse de! dediğimiz takımdır. takımdan vazgeçmezsin, vazgeçmemelisin. fakat protesto edilecek bir oyuncu, bir yetkili, bir mercii olmalı. selçuk yedi sekiz ay önce protesto edilmediği için bu halde. burak ona keza.
umut'a kimsenin laf attığı yok. yine sabri'ye de aynı şekilde. adam maksimumunu veriyor, nasıl kızabilirsin? ona görev verilmiş, o da yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışıyor. sneijder? adam defans yapıyor pozisyonu on numara. taktik neyse onu uygulamaya çalışıyor. melo'ya kızarsak ellerimiz kurusun!

neymiş gs formasını giyenler kutsalmış. peki sen kutsal addediyorsun da o oyuncu bunun farkında mı acaba metin oktay'ın, baba gündüz'ün formasını taşıdığının? hem neden kutsal olsun. bir forma sadece. üzerinde arması var bayrağı var. bezden yapılmış. senin forması kutsal diye eleştirmediğin oyuncu maç çıkışında hiçbir sikim olmamış gibi bara kafeye gidecek. evine gidecek uyuyacak mışıl mışıl en kötü! sen ne triplere giriyon.

futbol bir gösteri işi kardeşim. dünyanın her yerinde kötü oyun oynayan aktör ıslıklanır. işini iyi yapmayan siyasetçiye yumurta atılır. futbolda değişik olması gereken ne? hiç romantiklik yapamayacam. bizde "kötü"ye "kötü" derler!

15 Kasım 2014 Cumartesi

euridice'nin elleri maymun elleri!

midas'ın kulakları da eşek kulaklarıydı. bir zaman sonra herkesin diline düşmüştü. yani takke düşmüş, kel görünmüştü.


                                      


ben de euridice'nin elleri'ni beğenmedim. sonradan duyduğuma göre ankara devlet tiyatrosu'nun en az seyircili oyunlarındanmış. aktörün abartılı oyunculuğu bir yana, oyunun interaktif olanı da hiç çekilmiyor gerçekten. eğer oyunun oyun olduğu hissettirilmek isteniyorsa bu, oyundan bir an çıkıp seyirciyle etkileşime girmekle olmamalı.
dekor üzerinden bir oynamayla olabilir, aktörün bir anlık tepkisiyle olabilir. başka türlü de olabilir. fakat işin içine seyirci girince olayda iyice gerçeklik zeminini yitiriliyor ve gerek oyuncu gerek seyirci bir daha oyuna girmekte zorlanıyor. seyircinin abartılı katılımını hesap etmek bu kadar zor olmamalı açıkçası! bu konuda brecht'in yabancılaştırma efekti (etmeni) ritüellerinden yararlanılabilir.
evet, heath ledger tarzı bir oyuncunun karşımda olmasından da rahatsız oluyorum ama bu denli gevşek oyunun ve oyunculuğun da taraftarı değilim!

onun dışında oyun bir saatte bitti. yine tek kişilik bir oyun olan yeraltından notlar oyunu, hemen hemen hayata dair benzer serzenişleri barındırıyordu içerisinde, iki saate yakındı, oyun iki perdeydi ve nadir sarıbacak'ın oyunculuğu nispeten daha iyiydi. bu oyunun konusundan rahatsız değilim (her ne kadar existansiyalizmle girip klişe hayat telaşelerini anlatsa da), oyunculuğundan da aşırı derecede rahatsız olduğum söylenemez fakat konunun gidişatı, bize vadettiğiyle sonunda olan arasında gördüğüm fark oyunu tatminsiz bitirmemi getirdi ne yazık ki.

15 Ekim 2014 Çarşamba

kofti milliyetçilik ve fanatizm

uzun bir süredir söylüyordum. fatih terim galatasaray'ın başındayken de, ayrılışı sürecindeyken de dile getiriyordum böyle gazla dalakla yürekle olmaz diye. şu an hıncal uluççuluk yapıyorum evet ben demiştim diyorum ama inanın bu kadarını ben de bilmiyordum. abartıyorsun diyordu arkadaşlar, bir teknik direktörün tek numarası "hadi aslanlarım çıkın dağıtın onları, siz daha iyisiniz" demek değildir elbette bir taktiği tekniği vardı diyorlardı. abartıyorum evet diyordum. hak veriyordum o kadar da değildir diye.
o kadarmış...

               * * * * * * * * * * * * * * 

geçtiğimiz günlerde galatasaray'ın eski futbolcusu milan baros, galatasaray'ın eski teknik direktörü fatih terim için "fatih hoca'nın galatasaray başındayken hiç taktik üzerine konuştuğunu hatırlamıyorum. kendisi sürekli 'rakibi yıkmak'tan bahsederdi." cümlesini kullandı. hemen ertesi gün de pirlo'nun fatih terim hakkındaki açıklamaları gündemdeydi. şöyle demiş terim için:

"terim taktik panosunun önünde durur, eline bir tebeşir alır ve tahtaya 11 yuvarlak çizerdi. her yuvarlak bir oyuncuyu temsil ederdi." demiş (buraya kadar bir şey yok) ve eklemiş,
"tamamen kaos futbolu. sadece kaleci belliydi. bir noktayı gösterir ve tamam costacurta sen şuraya geçeceksin derdi." (kostakurta ahahahah)

tamamen kaos futbolu. fatih terim'in galatasaray başındayken de işler sarpa sardığında, kalecisi yardımcısı atıldığında dişlerini daha da gösterdiğini hatırlatmaya gerek yok. hakeme küfürler sallar, önüne geleni yıkıp geçerdi. (haklıydı veya haksızdı. buna girmeyeceğim. haksızlığa başkaldırış tarzına değinmek istiyorum.) bunun futbolculara "sizi ezmek istiyorlar. öyleyse siz onları ezin" şeklinde sirayet ettiğini görmemek için futboldan anlamıyor olmak gerek. halbuki birinin ona "hey hey, bir saniye. kimsenin seni aşağıladığı ezdiği yok. yaptıklarına bir bak hele." demesi gerekiyordu fakat onu yıllarca kimse durduramadı. şu anda milli takımda da aynı boku yiyor. yıllar öncesinden kalma savaş içgüdüsüyle maça hazırlandırılmaz. oyuncuları, çevresindekileri bu gerginlikten arındırması lazım. bu şekilde kazanırsan dünyanın en mutlusu olursun, kaybedersen senden kötüsü olmaz, yüzün düşer. fakat bu meselenin bir ara formu olması şart. 
"çocuklar, hafta boyu çalıştık, taktikler teknikler vs. çıkın oynayın. kazanın ya da kaybedin. yaptığınız işin hakkını vererek, bundan keyif almaya bakın." denmesi lazım artık. öte yandan aşıladığı ekstra milliyetçilik ve fanatizm, işin bir diğer çağ dışı boyutu. bizim memlekette olaylar böyle işliyor zaten. adam zaten milleti için her şeyi yapmaya hazır halde. sen onu bir de onu rakibe karşı dolduruşa getiriyorsun. sonuçları ağır oluyor sonra tabi. isviçre maçını unutmadık. açıklamalar hep bu yönde: bazı arkadaşlarımızın milli formanın kıymetini daha da iyi anlaması lazım. falan filan.
ya sen taktiğini oyununu öne sür. gerisine karışma. gazla yürekle dalakla olmayacağını gördük artık, di mi? 

ekleme: milan baros az önceki cümlelerin yanı sıra herkes terim'in müthiş bir antrenör olduğundan bahsediyordu. onu tanıdıktan sonra ondan çok daha iyi hocalar olduğunu görmüş oldum demişti. onun müthiş antrenör olduğunu söyleyenler kim biliyorsunuz değil mi? türk oyuncular. nasıl bağlamış kendine tüm oyuncuları. aslanlarım kaplanlarım siz bir numarasınız demiş paso. götü kalkmış türk oyuncularının hali ortada. zaten bilinçsiz bir kesimi elde tutmak çok kolaydır. haydi olum. siz onları yenersiniz. en büyük sizsiniz en şerefli sizsiniz deyin bakın bakalım rakip futbolcuyu maç sonunda dayağa tutuyor mu tutmuyor mu?

               * * * * * * * * * * * * * *

eğitim bilimlerinde veya rehberlik alanyazınında şöyle iki temel anlayış vardı: 
1)geleneksel, 
2)gelişimsel.

neerde en kötü özellikler, o geleneksel anlayışa dahildi. nerede çağdaş, farklı, yaratıcı yaklaşımlar, orada da gelişimsel'in adı okunuyordu.

ben fatih terim'i hep geleneksele uygun gördüm. kaç yıl öncesinin futbol anlayışı... türk futbolu, 60 yaşındaki gelenekçi kafaya emanet. ve neredeyse ömürlük imza atılmış. ona imza attıran da beşiktaş'ı batırdıktan sonra türk futbolunu da alınan çağ dışı kararlarla karanlığa sürükleyen kişi. ha, türk  futbolunun da fatih terim'den sonra alternatif yaratamamasının sonuçları da ayrı bir yazı konusu.



8 Ekim 2014 Çarşamba

hiçlik üzerine

bazen birçok şeyi yapabilecek gücü kendinde bulabilirken bazen bulamıyorsun. eksik olduğunu fark ettiğinde ise hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. eskisi gibi derken; birçok şeyi yapabilecek güçte olmuyorsun. ah muhsin ünlü de öyle diyordu: insan eksiktir, acizdir, muhtaçtır; fazla artistlik yapmamalıdır. fazla artistlik yapmak tam da bu hali betimliyor, birçok şeyi yapabilecek gücü kendinde bulmayı.

gerçekten de fazla artistlik yapmamak gerek çünkü fazlasıyla tek'sin. değiştirmeye gücün yetmiyor. bir tanesin işte lan. 70 milyonun içinde 0'a yakınsıyorsun, tatavan kime? ihmal ediyorsun olm. ihmal edilecek kadar sikine takmıyor insanlar seni.
yoksun onların gözünde. o yüzden "bazı şeylere fazla anlam yüklememek" lazım. fazla arabesk de yapmamak lazım.
böyle iyi. böyle iyi...

5 Eylül 2014 Cuma

film okuması: blow up

geçen sene bu sıralar tanıştım kendisiyle. uzun zamandır bu kadar tesir eden bir film izlememiştim. aklıma geldi birden ve hakkında bir şeyler yazmak istedim.

anlatmak istediğim için çokça spoiler'a başvurmam gerekecek. fakat sanırım bu da yetmeyecek. izlemeniz lazım.

başrolde kayıtsız bir fotoğrafçı. bohem hayat sürüyor. 
bir gün öpüşen bir çifti fotoğrafa alır. çekildiğini gören kadın makineyi rica eder, fotoğrafçı reddeder.
sonra bundan şüphelenen adam fotoğrafı büyütür ve kadraja yansıyan çalılarda bir ölünün yattığını fark eder.

kazanım 1) fotoğrafçı görmedi, kamera gördü.

derhal fotoğrafını çektiği yere gider. yanında kamerası yoktur bu kez. ceseti görür, fotoğrafını çekemez. evine döner, çektiği fotoğraflar da ortada yoktur. polise gider, böyle bir cinayet kayıtlarda yoktur der polis.

kazanım 2) fotoğrafçı dahil kimse görmedi, kamera gördü.

film devam eder. antonioni'nin ustalığını konuşturduğu sahne filmin sonundadır.

blow up, end part:

iki pantomimci tenis oynamaktadır. fotoğrafçı keyifle izler. diğer pantomimci arkadaşlar da.
(itiraf etmeliyim ki bu hayali mücadeleyi izlemek benim için de keyifliydi.)
sonra pantomimcilerden biri topu, fotoğrafçının izlediği bölüme, saha dışına yollar ve topu geri atmasını ister. fotoğrafçı da topu (güya) düştüğü yerden! alır ve geri yollar,
ve izlemeye devam eder. artık top seslerini de duyabilmektedir.

fotoğrafçı, kazanım 1 ve kazanım 2'ye ters düşecek biçimde olmayan bir topu var saymak zorunda kalmıştır. bu da kazanım 3.

bilmem nereden esti de aklıma geldi bu film. belki günümüz türkiye'sinde bi karşılığı vardır bunun.
serdar akar'ın gemide'sinde,
bir memleket gibi olan gemide yaşanan iktidar mücadeleleri işlenmişti ve bu, dönemin devlet yöneticilerinin aralarındaki iliskilere benzetilmişti. 

bugünün devletinde ise bazı şeyler tıpkı bu filmdeki gibi.. gördüğüne inanma, görmediğine inan der gibi...


18 Mayıs 2014 Pazar

yer yarıldı herkes hala kibar!

mor ve ötesi'nin kördüğüm şarkısında geçiyor bu söz. soma'da enerji bakanı taner yıldız'ı görünce aklıma geldi.




dünyada son 50 yılda görünmeyen bir felaket yaşanmış. bilanço: 300 küsür ölü.
bakın ölü sayısını ifade ederken küsür demek zorunda kalıyorum. durumun vahametini siz ölçün biçin.
hal böyleyken enerji bakanı olay yerine teşrif etmiş tabii. yaklaşık bir sene önce açılışını yapmıştı, şimdi hüzünlü bir sonla karşı karşıya. üzülmüştür muhakkak. kim üzülmedi ki. üzülmüştür de,
yabancı ülkede böyle bir olağandışı şeyle karşılaşıldığında (ki bu çok nadir oluyor, görüyorsunuz) işçiyle hemhâl olan siyasîleri görünce insan ister istemez kıyaslıyor. 
üstte görüyoruz sayın taner yıldız'ı, kolunu dahi sıyırmamış... gayet kibar!

bu da şili devlet adamının kurtarılan işçinin yaşama sevincine ortak olması:




başkası "aynı gün üst üste iki gömlek giydi bakanımız, alkışlıyoruz!" diye dahil olduğu toplulukla vicdan mastürbasyonu yapadursun, 
mesele gömlek değiştirmekte, hatta bahsini ettiğim acı paylaşma biçimlerinde de değil.
mesele, bu duruma sebep olan şeylerin ardını deşebilmekte, (bari) bundan sonra gerekli önlemleri alabilmekte ve sorumluların cezasını çekmesini yerine getirebilmekte.

ufak bir özür bile hiç fena olmazdı hani. her ne olduysa.
öbür türlü riyakarlığın sınırı yok, biliyorsunuz, dört yapayım derken beş'i kaçırırsınız. yani kendi halkını.

öte yandan yaşanılanlarla manidar olan şarkının sözlerini veriyorum video eşliğinde:

                                                      kim bilir
                                                    neler oldu
                                                    yer yarıldı
                                                           herkes hala kibar

                                                parlak kutularda
                                                toy mühendisler
                                                 bozuk ve sahte
                                                 hep havadisler
                                        bu mudur bana reva gördüğün
                                                 kimseler bilmez
                                                bu bir kördüğüm
                                                ne ilk ne de son
                                                beraber bekledik
                                       yaptığımızdan ne kadar emindik

                                  durdum durdum kendime güzel bir ağ ördüm
                                   kimse bilmez kimse bilmez bu bir kördüğüm




13 Mart 2014 Perşembe

benzerlikler

(nuri bilge ceylan söyleşisinden bir alıntı) 
babam ziraat mühendisiydi, "ziraatçi" derlerdi ona. o günler sanki kimse bir diğerinden fazla değildi, genel bir yoksulluk vardı. çoraplar yamanır, ayakkabılar pençelenirdi. bir ayakkabı iyice parçalanmadan yenisinin alındığını pek hatırlamam. elektrik kasabadaki gürültülü jeneratörden belirli zamanlarda verilirdi. babam çok para gitmesin diye saç tıraşım için elle çalıştırılan bir tıraş makinesi almıştı. erkek çocukların hepsi için kısacık "alabros" denen basit bir saç modeli neredeyse standarttı. her taraf kısa ama sadece önde biraz daha uzun bırakılan bir saç. kısa saçtan ön taraftaki uzunca saç bırakılan bölüme geçişin biraz yumuşak olması gerekiyordu, berberler onu iyi yapardı. esasen berberlerin maharetlerini gösterebilecekleri tek yer de zaten bu geçişti. babam bu geçişi biraz sert yapıyor olmalı ki, bir gün mahallede oynarken savcıyla hakim geldi yanıma. o detaydan anlamış olmalılar, "oğlum, gel bakayım buraya, seni kim tıraş ediyor?" dediler. "babam" dedim. babamın cimriliğini kanıtlamış olmanın sevinciyle birbirlerine bakıp gülümseyerek, alaylı bir şekilde kafa salladılar. biraz da konuştular galiba "demedim mi ben sana" falan gibi. sonra ben bunu evde anlattım ve annemle babam arasında bu küçük olayın ciddi bir duygu yarattığını görerek ürktüm. "vay eşşoleşşekler" falan diye küfür ettiklerini hatırlıyorum...

bu hikayede beni heyecanlandıran tüm çıplaklığıyla insan doğasının bu tarz yönlerini ele alabilecek oluşumuzdu daha çok...





                                      --------------------------------

babam ziraatçidir, bir türlü ziraat mühendisi olamasa da ziraatçi diye anılır... aile içi yoksulluk dönemi geçirdiğimizi bilmem; fakat tutumluluğa dair anımsadığım birkaç anekdot da yok değil. okulda giymek üzere alınan ayakkabının top oynama sonucunda heba olup derhal yenisinin alınması (iki çift ayakkabının vestiyerde aynı anda bulunduğu görülmemiştir), kullana kullana eskimiş lcw marka eşofman altının kendini birden yatakta bulması (hep diyorum: "pijama, alınmaz" diye), günlük alınan "milliyet" gazetesinin yanında bir de "fanatik" alınması ve hemen akabinde gerçekleşen kısa süreli bir kaos ortamı... çok var daha. yanlış bir tutum mu? değil. kesinlikle değil. ikimizinki de yanlış değil zira sebebini biliyorum...

bir yaz yine köyde sıcaktan uyku tutmamıştı, sıkıntıdan okumadığım gazete köşesi kalmamış, çocukluk işte kalktım ayağa volta atıyorum durduk yere, sonra canım sıkıldı aşağı indim, sesler geliyor oturma odası olarak kullanılan odadan (salon demeye dilim varmıyor köy mefhumuna aykırı). dedem de uyumamış olacak ki, elinde eskimekten (gün geçtikçe eskiyor) saman kağıdına dönmüş, bulunulan tarihten en az bi 5 sene öncesinin gazetesinin bir kısmını koparmaya çalışıyor. koparmaya çalıştığı kısım; iki yaprak diye tabir ettiğimiz gazete parçasının bir yaprağının bir makale taşıyacak büyüklükte olanı...
her gün gazete alıyorum sıkıntıdan. bir milliyet gazetesi, ekleriyle birlikte yüzü geçkin sayfa veriyor o zaman da. oradan koparsana be adam gönlünce? "yoook. kanepe altında zor günler için saklanılmış bir yaprak vardı, onu kullanayım ben" dercesine hareketler... neyse sözü uzattım geleceğim mesele o değil.

amcam var benim. matbaada çalışıyordu. bize her okul döneminde saman yapraklarından sayısız defterler gönderirdi sağ olsun... onları kullanırdık biz de ablamla. ben biraz utana sıkıla. (şimdi onlardan bulmak için can atıyorum orası ayrı)
okula "baba hocalar özel olarak harita metod istiyoo" diye yutturuyodum da, dershaneye o yemiyodu işte... istediğini kullan, kime ne? aslında her yerde istediğini, gücünün yettiğini kullan di mi? neyse, bir gün dershanede yine dersteyiz. bi biyoloji hocamız var, gıcık mı gıcık! o zamana kadar hiç dikkatini çekmeyen defterim, bu sefer hocanın gözüne gözüne batıyor, not tutmuyo muydum ne yapıyodum tam hatırlayamıyorum orasını fakat hoca yaklaştı ve dedi ki: bu ne biçim defter! git doğru dürüst bir şeyler al kendine... arkamdakiler ayağa kalkıyor kafasını uzatıyor deftere bakmak için... saçma bir ortam nereden baksan... devamında ben nasıl bir tutumda bulundum bilmiyorum ama içerlediğimi hatırlıyorum. ders bitti. eve gittim. annemle babama anlattım. babamın tepkisi: "vay eşşooğolleşşek! ben yarın gidip ona gününü göstermesini bilirim!"

gitti.. ve gününü gösterdi...

                                                                                   haziran 5, '13





                                                                   


16 Ocak 2014 Perşembe

peri gazozu

anneme dedim kahvaltıdayken, "hadi şu kitabı getir de iki gözlerimiz nemlensin." 
"a aah" dedi "olur mu öyle şey. canı isteyince gözden yaş gelmesi olur muymuş"  aldı kitabı, bıraktığı yerden sesli okumaya başladı.
aradan beş dakka geçmedi ki 
baktım, gözlerindeki yaşı silmeye çalışıyor bir yandan. dedi "eh be adam perişan ettin bizi..."

aynı kuşaktanlar. farklı kuşaktan olan benim bile gözlerimi nemli hale getirebiliyorsa onu nasıl etkilemesin...  radikal'de yazdıklarını kitap haline getirmiş. her ne kadar ezbere bilsem de yazılarını, kitaplaştırılmış halini edinmeden duramadım. sayfada ayrı güzel oluyor. 



çok yaşantı var ercan abi'de. kelimenin tam anlamıyla ayaklı text. meslek hayatı ona çok katmış. 
öyle bir adam ki; senaryoları gerçek.

9 Ocak 2014 Perşembe

kalem deyip geçmemeli

bazı espriler vardır, yalnızca belli bir yaş aralığındakiler yapabilir bu esprileri. o aralığın dışındakiler yapsa hemencecik garipsenir, ortamda soğuk havalar eser. işte ben de geçenlerde böyle bir hâlle karşılaştım.

kırtasiyedeydim. çektirmem gereken notları verdim fotokopiye, dükkanda geziniyorum. kalemlerin olduğu yerdeyim. kalemler 3 buçuk, 4, 5, 6, 7 buçuk, 10 lira diye belli bir seriye dahil olmadan gidiyor. sonra birden bir şey oldu, o kendi çapında fiyatlarla ilerleyen kalemlerden 45 liralık kaleme gözüm ilişti. aslında gözüm fiyatına ilişti. yoksa kalem, hiçbir şekilde 45 lira bayılacak bir kalem değildi.
hem... 45 lira bayılacak kalem ne gibi özelliklere sahip olabilirdi ki?

ben de yine tam bu minvalde düşünürken şaşkınlığımı dile getiriverdim.

-abi? bu, 4 buçuk lira di mi? kalemler? 4 buçuk lira? di mi?
+yok koçum. orada yazdığı gibi, 45 lira.
-(çokmuş anlamında bir yüz ifadesi) abi napıyo bu kalemler, aynı zamanda senin yerine mi düşünüyor? (gülüyorum bu sırada)

(iç seslerimiz) -senin yerine mi düşünüyor? rezil herif. komik mi lan şimdi bu?

gülmeseydim bu kadar soğuk hava esmezdi, biliyorum. hep bu kötü esprinin ardından güldüm diye adam imâlı imâlı bakışlar attı. haklı da tabi. espri yapacaksam da 20'li yaşların gerektirdiği tarzdan espri yapmalıydım. bu düpedüz 40-45 yaş aralığında bir adamın yapabileceği espriydi!


uzun uzadıya anlattığım, esasında ufak bir es'in gerçekleştiği bu gergin saniyelerin ardından adam kalemin mimar kalemi olduğuna açıklık getirdi. bozulsa da garantisi varmış gıkını çıkartmadan değiştiriyorlarmış yetkilileri, bunları söyledi. değiştirecek tabi lan. 45 lira. boru mu?

alfred adler

İnsanın doğuştan aşağılık bir varlık olduğunu savunup, hayat gailesinin üstün olma çabasından ibaret olduğunu söyler. Kendi çalışma alanını bireysel psikoloji olarak seçmesinde de bunun etkisi var sanırım. 


Çocukluğunu hastalıklar içerisinde geçirmiş birisi Adler. Kendinden yaşça büyük kardeşi sokaklarda dilediği gibi sosyalleşip, dilediği gibi oyunlar oynarken o; bir türlü kendini hastalıktan kurtaramamıştır...

Hal böyleyken annesinin ona özel ilgisi şarttı. Annesinin ilgisiyle geçen hastalık sürecinden sonra annenin dünyaya bir çocuk daha getirmesiyle, üzerindeki ilginin doğrudan kardeşine geçmesi bir oldu.. ki Adler bunu daha sonra şu sözleriyle açıklayacaktı: Kendimi tahtından indirilmiş bir kral gibi hissettim.

Dersleri hastalığının da etkisiyle kötüydü. Akademik anlamdaki başarısızlığı, babasının okuldan alma düşüncesi tam da o bahsettiği aşağılık duygusuyla doğrudan ilintiliydi.
Ve kendini ispatlamaya ihtiyaç duydu. Kaldığı derslerden geçti. "En başarılı" oldu.

Bu yaptıkları hep "kendini ispatlama süreci"ne dairdi.
En önemli tespitlerinden birini sundu: Kişi, sürekli olarak kendini ispat etme çabasındadır.

Kendini ispat etti. Hem de fazlasıyla.
Dünyanın en ünlü, en önemli psikiyatristlerinden biri oldu ortaya koymuş olduğu teorileriyle, ekolleriyle... 



Sözün özü; hiçbir bilim adamı, üzerinde çalıştığı şeyleri yaşamındaki gelişmelerden bağımsız bir şekilde yorumlayamaz. Alfred Adler'in de kısa yaşam hikayesine baktığımızda, öne sürdüklerinin aslında birbirinden çok da farklı olmadığı kanısına varıyoruz.