19 Kasım 2013 Salı

acun ılıcalı fütursuzluğu ve haber aktif'in vedası

acun tv 8'i satın almış.
soruyolar ne olacak diye.

işte benim yarışmalarım olcak, sitcom, yeni yarışma falan demiş. benim dediği de, google'a yurtdışındaki yarışmalar yazıp çıkardığı yarışmalar. yani özgünlük emaresi hak getire!
hıhım.

bu adamdan ne beklersin ki zaten. bu adam böyle birisi. eğlencelik. bu adamdan dişe dokunur ne bekleyeceksin ağbi?
halkı uyutsun eğlendirsin. bu.
tıpkı başımızdaki gibi işte yaa. hemen hemen aynı misyonu paylaşmışlar. halkı uyutalım biz işimize bakalım...

kanal ana haber bülteni ve haber ekibine de şimdiden postayı koymuş.haber bülteni olmayacak artık bu kanalda. haber çalışanları da birer birer ayrılıyormuş şu günlerde.
hafta içi her gün, saat 5'de usta spiker gökmen karadağ'ın sunduğu haber aktif programı da böylelikle bugün son yayınını yapıyor bulunmakta. güzeldi, sabahları erken kalkamadığımdan haberi, gündemi, günceli ilk bu programdan öğrenirdim. yazık oldu. umarım, başka bir kanalda, yine aynı haber ekibiyle karşımıza çıkar tez vakitte.

acun'a gelirsek. makaraya devam qanqi! sen devam et.

1 Kasım 2013 Cuma

necati ateş

abi bugün necati ateş'i gördüm. bir arkadaşıyla zara'ya gelmişti. 
baktım; ben bu adamı bir yerden tanıyorum yanına doğru yöneldim. lan dedim adam bizim necati! ünlü tafrası olmadığından etrafına baka baka yürümüyo tabi, öyle normal, arkadaşıyla konuşa konuşa yürüyordu haliyle benim tepkimi görmedi. 
şimdi görmedi ya, ben de duraksadım. düşündüm olm adam necati ateş diyom içimden. şapşal bi gülümseme hakim yüzümde. hay amınakoyim ne güzel görse öyle spontane gelişecekti konuşamıcaktım belki ama o anda olup bitecekti. 
çıkacaktım; neyse biraz daha takılayım dedim mağazada. onu inceliyom bi yandan. bi yandan da cimbomlu arkadaşımı arıyom "bil bakalım kimi gördüm ooolum" falan diyom. "necati ateş'i gördüm"
"nasıl aga" falan diyo. diyom ben de: "standart abi. saçları falan var. klasik biliyosun zaten. dövmesi gerçekten çok güzelmiş. yalnız tv'de öyle pek belli olmuyo da yapılıymış lan baya benden uzun zaten bi kere" falan. 

tabi bu sırada necati abi (samimiyete bakın!) denediğini alıyo amq. senin benim gibi değil. zaten gezmeye, bakalım fiyatlarda düşme falan var mıymış diye girmiştim zara'ya. ahah şansa bak sen. neyse sonra mağazanın dışına çıktım tam çıkarken girecektim ben de, sözde. tabi o sırada görünce ne diyeceğimi tasarlıyom falan. çıkması biraz uzun sürmüş olacak ki, "olm burak nabıyosun amq. eşşek kadar adam oldun ne işlerle uğraşıyosun şu haline bak." dedim kendi kendime. sonra yan mağazalardan birine girdim. bu da böyle bir anımdı amınakoyiyim.

neyse. o kadar necati dedik. görünce ne diyeceğimi tasarlamıştım, tasarlamak dediysem lafın gelişi. esas düşüncelerim. yani ilk akla gelenler:

-abi seviyorduk zaten seni. gittin. son dönemde ne zaman ihtiyacımız olduysa geldin, görevini yaptın, sonra görevini yapmış olmanın bilinciyle iznini istedin, ayrıldın. yine ihtiyacımız olursa ne olursa olsun geleceksin; biliyoruz. şunu bil ki; her zaman galatasaraylı necati olarak bilineceksin ve ben eminim ki her galatasaraylının gönlünde farklı bir yerin var. yolun açık olsun.

tabi motamot böyle demezdim belki fakat ana düşünce bu şekilde.

son olarak şöyle bağlayayım: baba gündüz'ün bir lafı var: galatasaray bir his takımıdır. galatasaray his takımıysa necati ateş de hisli bir adamdır. itirazı olan?

13 Ekim 2013 Pazar

acının sınırlarını görmek için saçmalamak

bazen acaba kendime zarar versem, fakat çok ciddi bir zarar.. yine de ölmesem? ölmesem yanıma kimler gelir diye merak ediyorum. kimler arar sorar soruşturur acaba diye düşünüp duruyorum. bunu elbette ki istediğim kişi(ler) gelsin yanıma başımı okşasın diye merak ediyorum. hatta sırf o benden haber alamaz diye birkaç bağlantı yolu bıraktım ona. bunu, böyle düşündüğümü bu bağlantı yollarını anlayıp kaydetmemiş olması muhtemel. böyle saçmalayacağımı bilemez herhalde. 

                                                                                              nisan 8, '13

15 Eylül 2013 Pazar

medyada kadın ve erkek temsili

siz de fark etmişsinizdir son zamanlarda erkek öğesi, medyada, kadın vücudundan da ön planda tutuluyor. biscolata erkekleriyle başlayan furya, survivor programının yeni bölümleriyle devam etti. yalnız ben o survivor'ı anlamadım? eskiden survivor derya, survivor ertan falan vardı. çırpı bacaklarıyla (güya) yaşam mücadelesi veriyorlardı öyle?
ne oldu da birden en çelimsiz dağhan külegeç'inin bile vücuduyla ön plana çıktığı program oldu? yoksa artık esas mesele "yaşam mücadelesi"nden çok rating miydi?
hehehehe onlar da çaktılar işi tabi. verdiler stereoidi.. veeeerdiler stereoidi.. hepsi oldu birer rambo! yalan mı?
yalan yok! programı açtığımda benim de (benim bile demiycem homofobik olarak algılanabilirim) dikkatimi çekiyordu erkek yarışmacıların vücudu.

tamam, dağhan'ın çok da güzel vücudu yok. ama sağdakine bakın hele!!

yabancı literatürde "face-ism" diye bir şey var; medyada kadının vücuduyla, erkeğin ise entelektüel görünümle yer alması diye geçer. hakikaten de görürsünüz dergilerde çok çarpıcıdır bu. kadın mevzubahis ne olursa olsun erotizmi çağrıştıran vücudunu sergileyerek kapak fotoğrafı çektirir; erkek ise daha çok yüzüne odaklanılmış bir fotoğrafla çıkar okuyucuların veyahut izleyicilerin karşısına. kadın bir programa alındığında kamera onu baştan aşağı biiir güzel süzer. güzelim erkek de takım elbiseli zaten, öyle oturtulur bir sandalyeye görüşleri falan sorulur, genellikle de o konuşturulur...

siyasette olur bir de bu. siyaset ki, kadınla erkeğin en eşit olması gereken yerdir di mi? bakın şöyle bir haber var içerideki fotoğrafı da göreceksiniz. kadının resmedildiği hale bakın. siyaset sahnesinde medyaya konu olan şeye bakın... şimdi eleştiriler de gelebilir "kadın da çok açık giyinmiş ama!" diye. o başka bir konu, başka zaman konuşulur.

neyse konudan sapmak üzereyim yine.
işte yıllardır süregelen bu tutum artık böyle değil kardeşim!! artık reklamcının da medya çalışanlarının da dikkatini çekti bazı şeyler.

"kadın denilen varlığın da hoşuna giden şeyler var."
(kadın denilen evet, ironi)

beyler.. üzgünüm bu sözlerim size: memeleriyle ön plana çıkan kadınlara ayılıp bayılan erkekler olduğu gibi, -siz öyle sanmasanız da- vücuduyla ön plana çıkan erkekler için ölüp bitmese de sırf onun için, evet evet sırrff onun için dizilerini programlarını izleyen kadınlar var! bunca sene farkında değildiniz ama izlediğiniz dizinin başrol kadın oyuncusu mankenken, başrol erkek oyuncusu da aslında mankendi.. tıpkı şimdi de öyle olduğu gibi...

bu kaçınılmaz sondu zaten. sadece kimilerinin dikkatini çekti ve bunu nasıl daha da fırsata çeviririm diye düşündü. bundan sonra da böyle sürer.

biscolata reklamlarının ve survivor'ın diğer programlardan daha fazla rating almasının esas sebebi de budur. (en son yayınlanan survivor, diğer yıllardaki örneklerinden de oran bazında daha fazla rating almıştır.)
eeh... televizyon izleyicilerinin yarısından epey bir fazlasını kadınların oluşturduğu düşünülürse, ratinglerin mevzuunu ettiğim sebeplerden fırlaması kulağa hiç de yanıltıcı gelmiyor.

hanım teyzemiz gülümsemiş olmasına rağmen her an bir şeyler olucakmışçasına endişe içerisinde...

neyse neyse. kızlar. o biscolata erkekleri gay'miş bu arada benden duymuş olmayın da başkasından duyunca şok olmayın diye söylüyorum... öptüm.

2 Eylül 2013 Pazartesi

"asker" adlı kısa film üzerine

murat çetinkaya tarafından ele alınan kısa filmde oyunculuğu, televizyon dizilerinden de tanıdığımız kaya akkaya tek başına üstlenmiş.
açık konuşmak gerekirse, yardımcı oyuncuya gerek de kalmadan bu görevin altından başarıyla kalktığını söyleyebiliriz. başrolünü aldığı film kısa film de olsa, uzun metrajlı filmlerde önemli roller alırsa ne denli performans göstereceği bu filmle biraz daha oturmuştur sanırım. (burada popülizm adına mankenleri başrol yapan dizi film yönetmenlerine açık bir gönderme var!)
aslında zordur tek planda tek oyuncuya odaklı filmler. tek dikkat o oyuncudur çünkü. rolden çıkma gibi bir lüksün yoktur, filmin her anında göz doldurman lazım. gelgelelim, film durum öyküsü. o yüzden oyuncuya büyük iş düşüyor.

filmin içeriğine gelirsek eğer söylemek gerekir ki,
dış dünyanın sevincine tasasına ortak olmak isteyen, militarizmin öfke dolu tutumu karşısında aslında sinmiş, korku içerisinde bir asker var. bu. tabi korkunun dışavurumu ödleklik değildir, bunu da belirtmekte fayda var.

hikaye, güzel; çekimler, çarpıcı. (uyku-uyanıklık arasındaki gel gitler güzel görüntüler oluşturmuş) oyunculuk göz doldurur nitelikte.
on üzerinden sekiz ya da dokuzu hak ediyor.

link verelim de merak edenler şuradan izlesin güzelce...

31 Temmuz 2013 Çarşamba

bir kişide ısrar etmek

bizim milletin hastalığıdır bu,
herkesin şikayetçi olduğu adamı başımızın tacı ederiz. ben buna "ne seninle ne sensiz siyasetçiliği" diyorum.

bazı siyasîler var. önüne gelene sorsan kendisinden yaka silkiyordur. "geçmişte hata yaptım ama artık ona oy moy vermem" der. önümüzdeki seçimler gelir. adam yine birinci seçilir.
hatta meşhurdur: "sen vermiyon ben vermiyom kim veriyo aq bu kadar oyu" sendromu? hatırladın?
işte bazı adamların oy kitlesinin yüzde elliden fazlasını bu tarz adamlar oluşturunca böyle oluyor. iddia ediyorum, yalnızca göz önündeliğiyle, yani popülerliğiyle dönemler boyu başta kalan siyasetçilerin sayısı hiç az değil. hatta yine iddia ediyorum, kimse tam anlamıyla benimseyerek oy'unu kullanmıyor... bence yarısından fazla bir oranda yine bu.

bir de gözüyle gördüğüne inanan bir seçmen kitlesi var ki onlarınki daha ilginç çünkü iş inanç kısmına gelince adam gözü olsun kulağı olsun hiçbir uzvunun yardımı olmadan bir şeye inanıyor. yalnızca kalbiyle. allah'a inanıyor. neyse ona şimdi girmeyecem.

benim sorunum misal, melih gökçek'ten şikayetçi olup ona oy veren kesimle. beni çok ilgilendiren bir şey değil ama bir zamanlar bu meşhurdu. adamdan herkes şikayetçi kaç kez üst üste büyükşehir belediye başkanı oldu.
hadi beni ilgilendiren tarafından konuşayım. edirne'nin yıllardır "bir" belediye başkanı var, hamdi sedefçi
adında. yahu adam sadece yola kaldırıma çiçek yaparak yıllardır o koltukta oturuyor. hayır ismi de çıktı "çiçek hamdi" diye. oğlu mu çiçekçiymiş neymiş ondan bu kadar düşkünmüş böyle şeylere bilmem ama; hakkında çok ciddi iddialar, olumsuz eleştiriler duydum bu konuyla hiç ilgili olmama rağmen... en son aday olmayacam demiş sonra tekrar aday olmuş falan.

yahu, tamam chp'den aday diye akp'ye gitmesin oylar diye bu adama veriyorsunuz da chp'den hiç mi başka aday çıkmadı o kadar senede.***
bu nasıl bir sindirilmişliktir arkadaş ben anlamadım diktatörlüğe mi gidiyor nedir. diktatör dedik de,
diktatör? aklınıza gelen ilk isme ne kadar da benziyor bu adam böyle? hiç fark ettiniz mi?
konuşması, hitabeti, kabadayılığı...
neyse onda da değilim, istediği gibi olsun mizacı da karakteri de,

şu kalıplaşmış siyasetçi modelinden kurtulalım yeni kuşak siyasîlere şans tanıyalım, nolursunuz...


***küçük bir anekdot: bilmeyenler için söylüyorum bizim edirne, babadan chp'lidir. işte geçtiğimiz akşam köyün birinde çiftçinin teki köy halkını iftara çağırmıştı. babam da ziraatçi, ailecek davet edildik. gittik her şey ananesine göre gerçekleşti iftarda. hocasından tutun da müezzinine kadar yemek öncesi yemek sonrası dualar... yemek bitti. hoca önde, herkes akşam namazı için camiiye doğru hareket ediyor, arkada köy eşrafından biri "allah bizi altı oktan ayırmasın! o çok önemli çok" demez mi...asgjasbkgasbhkjnga kimi gülüyor kimi "amin" diyor. böyle bir halktır işte edirne halkı.
o anki davranışı düşüncesi tartışılır elbet, fakat esas düşüncelerine gelirsek;
inancını da yaşar kendince... cumhuriyetini de muhafaza eder... ve hatta,
bunlardan birini tehlikede görmeyegörsün... o an orada bulunmak istemezsiniz...

26 Temmuz 2013 Cuma

saygı duymak zorundasın!

hele ramazan aylarında daha çok peyda oluyor bu. saygılı olma zorunluluğu.
birileri çıkıyor belli zamanlarda, hemen hemen birçok şeyde saygılı olmanın şart olduğunu belirtiyor.
iyi de,
saygı duymak n'ola ki? olası her karşı eleştiride saygı duyma beklentisi gibi bir şeyse ben buna karşıyım. zira onlar kendilerinin söyledikleri sözü özümseyip benimseyip ve tası tarağı toplayıp bu tartışmadan apar topar uzaklaşmamız gerektiği fikrindeler sanırım. 

saygı böyle bir şey değil ki... saygı, belli bir kesimin zoruyla olacak bir şey değil.

tartışma anında, belli bir fikre saygı duymak gerektiği fikrini benimsiyorsan eğer, zaten aslında yeterince saygı duymamışsın demektir.

(düşünce balonu) -hmm... bu dedikleri/yaptıkları cidden hoşuma gitmedi ama susarak saygılı olduğumu herkese göstermeliyim.


gibi bir şey bu? saygı, karşındakinin fikirlerinden nefret etsen de dişlerini sıkıp oracıkta bir söz söylememekten ibaretse ve devamında "bu da senin düşüncen tabi. eheh." diye devamını getirmekse  (iç ses: sikerler öyle işi arkadaş!), böyle bir şeyi ben istemem açıkçası. bu, dört dörtlük bir iki yüzlülük örneği bana kalırsa. başbakan erdoğan gibi konuştum ironiye gel!


ha bir de saygının şekli boyutu var tabi o çok komik. daha çok gelenekçi ailelerde görülüyor bu.

adam babasının yanında bacak bacak üstüne atmıyor işte efendime söyleyeyim ayaklarını uzatmıyor hep beraber tv izlerken, sigara falan içmiyor onun yanında. ama, gelgelelim babasının yanında olmadığı her zaman diliminde onun yıllarca kazandırmaya çalıştığı davranışlardan uzak, sersefil bir yaşam sürüyor. onu okutmak için harcadığı paraları yiyor, çarçur ediyor ve kelimenin tam anlamıyla babasına layık bir evlat olamıyor?? onun yanında ayaklarını uzatmadığı için, karşısında her daim el pençe durduğu için.. saygılı bir evlat oluyor. 
bu mudur yani saygının sınırları? 
ülkemiz içerisinde sanırım bu.

neyse. dağılabilirim.

10 Temmuz 2013 Çarşamba

akşam ezanı esintisiyle...

hep deniyor ya, 
"yeni bir nesil geliyor. o nesil,
ellerinden cep telefonlarını, psp'leri düşürmüyor" diye. benim de bununla ilgili bir tespitim var; iyi dinleyin.

çocukluğumun -bilincim yerindeyken, izinli izinsiz tek başıma dışarı çıkabilir haldeyken- büyük bir kısmını geçirdiğim yere gittim bugün... 

on küsür sene önceleri, evimizin balkonundan mütemadiyen seyreylediğim ağacın meyvelerinden anlıyorduk baharın gelişini... erik baş gösterdiği vakit, bir hafta içinde yerle yeksan olurdu o ağacın dalları. tepede bir dal erik kalmazdı, kızarmasına gerek kalmadan...

bugün gittim mahallenin arka tarafına, 

içimde bu vakte erik mi kalmıştır düşüncesi...
yol üzerine sarkan bir ağaçtı zaten. elini uzatsan koparacağın bir sürü erik! bu zamana kadar bir tanesine bile dokunmamışçasına, kıpkırmızı, yumuşacık...


biz ki, yalnızca bir apartman bir haftada bitirirdik o erikleri... bizim eriklere sulanan, polis lojmanlarından gelen veletlere göz açtırmadan, tehlike belirdiğinde hep bir ağızdan: "eriklere dalan vaaaaaaar!" çığlıklarıyla inleterek, cansiparane bir tutum içerisinde korurduk, kollardık biz onları. çünkü bilirdik ki, onlar da kendi kaynaklarını tüketip bizimkilere dadanma peşindeydiler... olmasaydı onu da paylaşırdık.


okul bittiği gibi çantayı yere fırlatıp ağacın tepesine çıkardım... cebimde sabahtan yanıma aldığım bir poşet... ona doldururdum henüz olmamış erikleri. sonra doğru eve! güzelce bir kaseye onları yerleştirip, yıkayıp, tuzlayıp... kendim bir şeyler yapmış olmanın mutluluğuyla...

sanırsın para kazanmış, eli ekmek tutmuş,
evine poşetle geliyor...
mutluyduk ama, şimdi ne kadar komik görünüyor bilmem...

esasında çok sevmem böyle şeyleri. pek bir yavşakça gelir, bir dönem yapılmış şeylere duyulan özlemle şu anda olana duyulan hınç falan. sonuçta, benim yaşadığım dönemde olanlara gülünç veyahut acıklı yaklaşan o zamanlar da vardı... şu anda sözkonusu neslin on sene sonraki nesle hışmı da vuku bulacak belki de. bu hep olacak. yaşam sürdüğü müddetçe.


fakat maalesef bu korkunç bir realite. şimdi, 80'lerde çocuk olan kesimin heyecanla anlattığı şeyleri daha iyi anlayabiliyorum. çünkü bende de bu tarz duygular var. fazlasıyla.

28 Haziran 2013 Cuma

güle güle viking...

galatasaray'daki diriliş destanının kahramanıydı. henüz terim'le sözleşme imzalanmadan transferi duyurulmuştu.  hatırlıyorum da; pek sevinmiştim.
tam bir premier league golcüsü. kora kor, dişe diş...pres yapan, kafa topuna hakim, sağ ayak-sol ayak... her türlü! komple bir oyuncuydu ki galatasaray'da oynadığı dönemde de bu yönlerini gösterdi fazlasıyla. kewell'ın yerini kolayca doldurdu taraftarın gözünde, onları mest etti. golü attıktan sonra asisti yapana koşardı, kanının-terinin son damlasına kadar savaşırdı, takım arkadaşlarına ve rakip takıma karşı tutunduğu ahlaklı tavrıyla taraflı tarafsız herkesin sempatisini kazanırdı...
çok güzel adamdı be, çok...

şimdi gönderilmesi gündemde. çok büyük ihtimalle önümüzdeki sezonun planlamasında yok. kadromuzdaki sınırlılıktan dolayı forvet tercihimiz türk'ten yana olacak, böyle olmak zorunda. bu sebepten gönderilecek. yoksa sanmıyorum ki ben, bir teknik direktör böylesine bir adamı keyfi göndersin. ah bu yabancı sınırının gözü kör olsun!

neyse, darılmaca yok. kural böyle.
ve biliyoruz ki o da farkında bu durumun. gönül koyacak bir şey yok. güzel bir uğurlamayla yollarız ve geriye kalır hatıralar... her şeyi için teşekkürler.

15 Haziran 2013 Cumartesi

bir istikrar abidesi: ergin ataman

türk basketbolunda en fark yaratan koç kim diye sorsan ergin ataman cevabını verebilirim direkt. gittiği kulübe beraber çalışmayı sevdiği arkadaşlarını getirerek "emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili" oluyor hemencecik.

geçen sene beşiktaş'ı, 30 senedir şampiyonluk yüzü görmemiş beşiktaş'ı dipten çıkarıp üç kupanın sahibi yaptı. bu sene ise galatasaray'ı 23 senenin ardından türkiye basketbol ligi şampiyonluğuna ulaştırdı...
istisnasız her sezon, başında olduğu takımı ufak bir tökezleme dönemi geçirir. kendisi ise, eleştirilere kulağını tıkayarak devam eder. geçen sene de beşiktaş başında eurochallenge yolunda ufak darbeler alırken, taraftarlarından "twitter'ı çok kullanıyorsun biraz takımınla ilgilen!" mesajları gelmeye başlamıştı o derece. o yine bildiğini okudu, takımını üç kupanın sahibi yaptı.

bu sene galatasaray'ın başındayken olanlar da pek farklı değil esasında. takımı sezona müthiş bir şekilde başlayacak derken, geçen sene euroleague en iyi ilk beşinde yer alan henry domercant sakatlandı. uzun sürecekti sakatlığı, sezonu kapatacaktı. olsun dedi, devam!
yine geçtiğimiz sene, özellikle cska moskova maçlarındaki oyunuyla adını avrupa basketboluna duyuran önemli savunma silahlarından göksenin köksal da sakatlandı, takım tıkır tıkır işliyor bu sırada ha, sezona müthiş de bir başlangıç yapmış, oyuncusu sakatlanıyor, devam diyor.

ve takımın en önemli oyuncusu winner oyuncu david hawkins, geçen sene çok iyi işler başardılar birlikte, bir nevi ona ihanet ediyor, dopingli olduğu açığa çıkıyor ve kendisini yarı yolda bırakmak zorunda kalıyor. hemen bir sistem oyuncusu transfer ediliyor. manuchar markoishvili, nam-ı diğer marko paşa!
sistem tıkır tıkır işlemeye devam ediyor ve bugün, tarihler 15 haziran 2013'ü gösterirken galatasaray erkek basketbol takımı 2013 yılında sezonu tek mağlubiyetle kapatıyor (final eşleşmesinde banvit'e karşı).

bu bir istikrardır. taraflı tarafsız herkesin alkışlaması gerekir.
taraflı tarafsız diyorum, çünkü pek sevilmez kendisi rakip taraftarlarca. çünkü başarılı adam sevilmez. güzel adamın çok düşmanı vardır ve kıskanılır.
.
ergin hoca'nın koyduk mu molası vardır çok meşhur. maçın bitimine bir iki dakika kala farkla öndeyken mola alır ve rakibi çıldırtır! tabii kendisinin makul bir açıklaması vardır ben play off'ları düşündüğümden alıyorum o molaları der. eyvallah deriz geçeriz.
fakat şöyle bir durum var, kendisi bunu efes'in başındayken de yapsa beşiktaş'ın başındayken de yapsa pek kızamazdım kendisine. kibir, başarıdan gelir. diyor ki: hodri meydan! daha iyisini yapabilirseniz çıkın siz yapın bunu...

ben de amatör basketbol yaşantımı göz önünde bulunduruyorum şimdi.
bu tarz şeyler bana büyük haz verirdi. rakibi sinirlendirmek...
pek centilmence durmuyor evet ama orada çok büyük bir psikolojik savaş var ve ben o hissi anlayabiliyorum.

fakat yine şöyle bir durum da var; ben amatör ruhumla yapıyorum bunu, o profesyonel haliyle... sanırım irdelenmesi gereken nokta asıl burası...

şemsettin baş'lı dönemlerden bu günlere

kolay değil tabi, 2002 yılından beri takip etmişsin. istemişsin, delicesine istemişsin takımının şampiyon olmasını.
trt 2'de yayınlanırdı, dershaneden geldiğim gibi açardım televizyonu, kurulurdum başına. o zamanki adıyla efes pilsen, ülkerspor gibi şirket takımları varken sen ancak erman kunter'in önderliğinde lig üçüncüsü oluyorsun. o zamanlar üç büyükler bu kadar ilgili değil tabi mevzuya. taraftar olarak yöneticilerin basketbola yatırım yapmasını beklemek mi? kulüp içi yaşanan skandalları en hasarsız şekilde atlatmayı bekliyoruz, sadece. (cemal nalga skandalını unutmadık)

sonraları ülkerspor yeteri reklamı yapamadığını fark etti, fenerbahçe ile "birleşti". hemen eklemekte fayda var. tbl tarihinde başka bu şekilde güçlerini birleştiren takım(lar) yok.
bu durum diğer takımları da harekete geçirdi tabii, sponsorluk anlaşması yaptılar takımlar. galatasaray da beş altı sene ardında cafe crown ismiyle anılırken son senelerde ismini galatasaray medical park'a bıraktı.
beşiktaş ise "tüpçü" sağolsun, milangaz etiketiyle boy gösterdi ve ergin ataman önderliğinde 2011-2012 sezonunu kelimenin tam anlamıyla domine etti. sponsorluk anlaşmaları önemli anlayacağınız. maçlar artık lig tv'de yayınlanıyor. bundan daha ötesi yok. basketbolun popüler olduğu bir çağdayız.
konu şaştı biraz ama ona gelecem ben de işte,
daha trt-2'de yayınlanırken takip ediyordum ben galatasaray erkek basketbol takımı'nı... jason robert koch'lar mı dersin, brian tolbert'lar mı... her birinin fazlaca hayranıydım ve her seferinde bu sene efes pilsen ve ülkerspor hegamonyasına bir son verir miyiz acaba diye düşlüyordum...play off'lara son anda katılıp ilk turda ikisinden birine elenmemizle sonuçlanıyordu hayallerim.
şimdi bunun ne anlama geldiğini (anlatmama rağmen) çok az kişi bilir.

geçen sene oktay mahmuti önderliğinde euroleague arenasında boy gösterdik ilk defa, son 16'ya kaldık, abdi ipekçi'yi turnuva şampiyonuna dar ettik, teodosic'e topu havaya diktirdik...

hayallerimin sırası biraz şaşsa da bugün yine tbl şampiyonu olma hayaliyle maçı seyredecem. hayal demeyeyim artık ona, gerçeğe çok yakın. 89-90 sezonunun ardından yaşanacak bu şampiyonluktan bir tık ötesi bu takımla euroleague'de final four yaşamak...

nasip olur mu dersin? neden olmasın...


blog mefhumu üzerine

olum neden daha önce söylemiyosunuz böyle bir güzellik varmış, gidiyomuşsun bi gmail hesabı alıp blog açabiliyomuşsun...
bu kadar kolay olduğunu bilsem daha önce atılırdım bu işe elbet, zira ne zamandır istediğim bir şeydi bu.
biliyorum, belki aylarca hiç aklıma gelmeyecek; yıllar sonra hatırlayacam belki bu siteyi ama olsun.
yıllar sonra,
yıllar önce yazdıklarımı görmek her zaman güzel, garip ve biraz da komik gelmiştir bana. iki yıl sonra bu yazıyı okuduğumda misal, asfhufashafs ne salakmışım yaa diyecem. hatta şu random gülmek bile bana anlamsız gelecek. en az şimdilerde iki yıl önce "zuhaahahahah" diye gülmemin anlamsız geldiği gibi...

siz bu satırları okurken ben çoktan gitmiş olacağım demek isterdim inanın. fakat gitmeye hiç mi hiç mecalim yok henüz böylesine şevkle yazmaya başlamışken.
aslında yeni değilim bu yazma işinde. eski de değilim. elime bilgisayar geçer geçmez yazmaya başladım. elime defter verildiği gibi günlük tutmadım belki ama bilgisayarlar haşır neşir olmam çok da uzun sürmedi. ne bileyim ya, bir şeyler karalamayı seviyorum. bu blog'da spor, siyaset, gündelik hayat problemleri üzerine yorumlarımı bulabileceksiniz. henüz hedef kitleme nasıl ulaşabilirim bunun hakkında da bir fikrim yok evet ama bir şekilde o da hallolur.

şu anda yeni açtığım gmail hesabım, blog'un tasarımı falan hiç umurumda (böyle deyince daha güzel oluyo) değil. sadece yazıyorum.

esen kalın.