bizim milletin hastalığıdır bu,
herkesin şikayetçi olduğu adamı başımızın tacı ederiz. ben buna "ne seninle ne sensiz siyasetçiliği" diyorum.
bazı siyasîler var. önüne gelene sorsan kendisinden yaka silkiyordur. "geçmişte hata yaptım ama artık ona oy moy vermem" der. önümüzdeki seçimler gelir. adam yine birinci seçilir.
hatta meşhurdur: "sen vermiyon ben vermiyom kim veriyo aq bu kadar oyu" sendromu? hatırladın?
işte bazı adamların oy kitlesinin yüzde elliden fazlasını bu tarz adamlar oluşturunca böyle oluyor. iddia ediyorum, yalnızca göz önündeliğiyle, yani popülerliğiyle dönemler boyu başta kalan siyasetçilerin sayısı hiç az değil. hatta yine iddia ediyorum, kimse tam anlamıyla benimseyerek oy'unu kullanmıyor... bence yarısından fazla bir oranda yine bu.
bir de gözüyle gördüğüne inanan bir seçmen kitlesi var ki onlarınki daha ilginç çünkü iş inanç kısmına gelince adam gözü olsun kulağı olsun hiçbir uzvunun yardımı olmadan bir şeye inanıyor. yalnızca kalbiyle. allah'a inanıyor. neyse ona şimdi girmeyecem.
benim sorunum misal, melih gökçek'ten şikayetçi olup ona oy veren kesimle. beni çok ilgilendiren bir şey değil ama bir zamanlar bu meşhurdu. adamdan herkes şikayetçi kaç kez üst üste büyükşehir belediye başkanı oldu.
hadi beni ilgilendiren tarafından konuşayım. edirne'nin yıllardır "bir" belediye başkanı var, hamdi sedefçi
adında. yahu adam sadece yola kaldırıma çiçek yaparak yıllardır o koltukta oturuyor. hayır ismi de çıktı "çiçek hamdi" diye. oğlu mu çiçekçiymiş neymiş ondan bu kadar düşkünmüş böyle şeylere bilmem ama; hakkında çok ciddi iddialar, olumsuz eleştiriler duydum bu konuyla hiç ilgili olmama rağmen... en son aday olmayacam demiş sonra tekrar aday olmuş falan.
yahu, tamam chp'den aday diye akp'ye gitmesin oylar diye bu adama veriyorsunuz da chp'den hiç mi başka aday çıkmadı o kadar senede.***
bu nasıl bir sindirilmişliktir arkadaş ben anlamadım diktatörlüğe mi gidiyor nedir. diktatör dedik de,
diktatör? aklınıza gelen ilk isme ne kadar da benziyor bu adam böyle? hiç fark ettiniz mi?
konuşması, hitabeti, kabadayılığı...
neyse onda da değilim, istediği gibi olsun mizacı da karakteri de,
şu kalıplaşmış siyasetçi modelinden kurtulalım yeni kuşak siyasîlere şans tanıyalım, nolursunuz...
***küçük bir anekdot: bilmeyenler için söylüyorum bizim edirne, babadan chp'lidir. işte geçtiğimiz akşam köyün birinde çiftçinin teki köy halkını iftara çağırmıştı. babam da ziraatçi, ailecek davet edildik. gittik her şey ananesine göre gerçekleşti iftarda. hocasından tutun da müezzinine kadar yemek öncesi yemek sonrası dualar... yemek bitti. hoca önde, herkes akşam namazı için camiiye doğru hareket ediyor, arkada köy eşrafından biri "allah bizi altı oktan ayırmasın! o çok önemli çok" demez mi...asgjasbkgasbhkjnga kimi gülüyor kimi "amin" diyor. böyle bir halktır işte edirne halkı.
o anki davranışı düşüncesi tartışılır elbet, fakat esas düşüncelerine gelirsek;
inancını da yaşar kendince... cumhuriyetini de muhafaza eder... ve hatta,
bunlardan birini tehlikede görmeyegörsün... o an orada bulunmak istemezsiniz...
31 Temmuz 2013 Çarşamba
26 Temmuz 2013 Cuma
saygı duymak zorundasın!
hele ramazan aylarında daha çok peyda oluyor bu. saygılı olma zorunluluğu.
birileri çıkıyor belli zamanlarda, hemen hemen birçok şeyde saygılı olmanın şart olduğunu belirtiyor.
iyi de,
saygı duymak n'ola ki? olası her karşı eleştiride saygı duyma beklentisi gibi bir şeyse ben buna karşıyım. zira onlar kendilerinin söyledikleri sözü özümseyip benimseyip ve tası tarağı toplayıp bu tartışmadan apar topar uzaklaşmamız gerektiği fikrindeler sanırım.
saygı böyle bir şey değil ki... saygı, belli bir kesimin zoruyla olacak bir şey değil.
tartışma anında, belli bir fikre saygı duymak gerektiği fikrini benimsiyorsan eğer, zaten aslında yeterince saygı duymamışsın demektir.
(düşünce balonu) -hmm... bu dedikleri/yaptıkları cidden hoşuma gitmedi ama susarak saygılı olduğumu herkese göstermeliyim.
gibi bir şey bu? saygı, karşındakinin fikirlerinden nefret etsen de dişlerini sıkıp oracıkta bir söz söylememekten ibaretse ve devamında "bu da senin düşüncen tabi. eheh." diye devamını getirmekse (iç ses: sikerler öyle işi arkadaş!), böyle bir şeyi ben istemem açıkçası. bu, dört dörtlük bir iki yüzlülük örneği bana kalırsa. başbakan erdoğan gibi konuştum ironiye gel!
ha bir de saygının şekli boyutu var tabi o çok komik. daha çok gelenekçi ailelerde görülüyor bu.
adam babasının yanında bacak bacak üstüne atmıyor işte efendime söyleyeyim ayaklarını uzatmıyor hep beraber tv izlerken, sigara falan içmiyor onun yanında. ama, gelgelelim babasının yanında olmadığı her zaman diliminde onun yıllarca kazandırmaya çalıştığı davranışlardan uzak, sersefil bir yaşam sürüyor. onu okutmak için harcadığı paraları yiyor, çarçur ediyor ve kelimenin tam anlamıyla babasına layık bir evlat olamıyor?? onun yanında ayaklarını uzatmadığı için, karşısında her daim el pençe durduğu için.. saygılı bir evlat oluyor.
bu mudur yani saygının sınırları?
ülkemiz içerisinde sanırım bu.
neyse. dağılabilirim.
birileri çıkıyor belli zamanlarda, hemen hemen birçok şeyde saygılı olmanın şart olduğunu belirtiyor.
iyi de,
saygı duymak n'ola ki? olası her karşı eleştiride saygı duyma beklentisi gibi bir şeyse ben buna karşıyım. zira onlar kendilerinin söyledikleri sözü özümseyip benimseyip ve tası tarağı toplayıp bu tartışmadan apar topar uzaklaşmamız gerektiği fikrindeler sanırım.
saygı böyle bir şey değil ki... saygı, belli bir kesimin zoruyla olacak bir şey değil.
tartışma anında, belli bir fikre saygı duymak gerektiği fikrini benimsiyorsan eğer, zaten aslında yeterince saygı duymamışsın demektir.
(düşünce balonu) -hmm... bu dedikleri/yaptıkları cidden hoşuma gitmedi ama susarak saygılı olduğumu herkese göstermeliyim.
gibi bir şey bu? saygı, karşındakinin fikirlerinden nefret etsen de dişlerini sıkıp oracıkta bir söz söylememekten ibaretse ve devamında "bu da senin düşüncen tabi. eheh." diye devamını getirmekse (iç ses: sikerler öyle işi arkadaş!), böyle bir şeyi ben istemem açıkçası. bu, dört dörtlük bir iki yüzlülük örneği bana kalırsa. başbakan erdoğan gibi konuştum ironiye gel!
ha bir de saygının şekli boyutu var tabi o çok komik. daha çok gelenekçi ailelerde görülüyor bu.
adam babasının yanında bacak bacak üstüne atmıyor işte efendime söyleyeyim ayaklarını uzatmıyor hep beraber tv izlerken, sigara falan içmiyor onun yanında. ama, gelgelelim babasının yanında olmadığı her zaman diliminde onun yıllarca kazandırmaya çalıştığı davranışlardan uzak, sersefil bir yaşam sürüyor. onu okutmak için harcadığı paraları yiyor, çarçur ediyor ve kelimenin tam anlamıyla babasına layık bir evlat olamıyor?? onun yanında ayaklarını uzatmadığı için, karşısında her daim el pençe durduğu için.. saygılı bir evlat oluyor.
bu mudur yani saygının sınırları?
ülkemiz içerisinde sanırım bu.
neyse. dağılabilirim.
10 Temmuz 2013 Çarşamba
akşam ezanı esintisiyle...
hep deniyor ya,
"yeni bir nesil geliyor. o nesil,
ellerinden cep telefonlarını, psp'leri düşürmüyor" diye. benim de bununla ilgili bir tespitim var; iyi dinleyin.
çocukluğumun -bilincim yerindeyken, izinli izinsiz tek başıma dışarı çıkabilir haldeyken- büyük bir kısmını geçirdiğim yere gittim bugün...
on küsür sene önceleri, evimizin balkonundan mütemadiyen seyreylediğim ağacın meyvelerinden anlıyorduk baharın gelişini... erik baş gösterdiği vakit, bir hafta içinde yerle yeksan olurdu o ağacın dalları. tepede bir dal erik kalmazdı, kızarmasına gerek kalmadan...
bugün gittim mahallenin arka tarafına,
içimde bu vakte erik mi kalmıştır düşüncesi...
yol üzerine sarkan bir ağaçtı zaten. elini uzatsan koparacağın bir sürü erik! bu zamana kadar bir tanesine bile dokunmamışçasına, kıpkırmızı, yumuşacık...
biz ki, yalnızca bir apartman bir haftada bitirirdik o erikleri... bizim eriklere sulanan, polis lojmanlarından gelen veletlere göz açtırmadan, tehlike belirdiğinde hep bir ağızdan: "eriklere dalan vaaaaaaar!" çığlıklarıyla inleterek, cansiparane bir tutum içerisinde korurduk, kollardık biz onları. çünkü bilirdik ki, onlar da kendi kaynaklarını tüketip bizimkilere dadanma peşindeydiler... olmasaydı onu da paylaşırdık.
okul bittiği gibi çantayı yere fırlatıp ağacın tepesine çıkardım... cebimde sabahtan yanıma aldığım bir poşet... ona doldururdum henüz olmamış erikleri. sonra doğru eve! güzelce bir kaseye onları yerleştirip, yıkayıp, tuzlayıp... kendim bir şeyler yapmış olmanın mutluluğuyla...
sanırsın para kazanmış, eli ekmek tutmuş,
evine poşetle geliyor...
mutluyduk ama, şimdi ne kadar komik görünüyor bilmem...
esasında çok sevmem böyle şeyleri. pek bir yavşakça gelir, bir dönem yapılmış şeylere duyulan özlemle şu anda olana duyulan hınç falan. sonuçta, benim yaşadığım dönemde olanlara gülünç veyahut acıklı yaklaşan o zamanlar da vardı... şu anda sözkonusu neslin on sene sonraki nesle hışmı da vuku bulacak belki de. bu hep olacak. yaşam sürdüğü müddetçe.
fakat maalesef bu korkunç bir realite. şimdi, 80'lerde çocuk olan kesimin heyecanla anlattığı şeyleri daha iyi anlayabiliyorum. çünkü bende de bu tarz duygular var. fazlasıyla.
"yeni bir nesil geliyor. o nesil,
ellerinden cep telefonlarını, psp'leri düşürmüyor" diye. benim de bununla ilgili bir tespitim var; iyi dinleyin.
çocukluğumun -bilincim yerindeyken, izinli izinsiz tek başıma dışarı çıkabilir haldeyken- büyük bir kısmını geçirdiğim yere gittim bugün...
on küsür sene önceleri, evimizin balkonundan mütemadiyen seyreylediğim ağacın meyvelerinden anlıyorduk baharın gelişini... erik baş gösterdiği vakit, bir hafta içinde yerle yeksan olurdu o ağacın dalları. tepede bir dal erik kalmazdı, kızarmasına gerek kalmadan...
bugün gittim mahallenin arka tarafına,
içimde bu vakte erik mi kalmıştır düşüncesi...
yol üzerine sarkan bir ağaçtı zaten. elini uzatsan koparacağın bir sürü erik! bu zamana kadar bir tanesine bile dokunmamışçasına, kıpkırmızı, yumuşacık...
biz ki, yalnızca bir apartman bir haftada bitirirdik o erikleri... bizim eriklere sulanan, polis lojmanlarından gelen veletlere göz açtırmadan, tehlike belirdiğinde hep bir ağızdan: "eriklere dalan vaaaaaaar!" çığlıklarıyla inleterek, cansiparane bir tutum içerisinde korurduk, kollardık biz onları. çünkü bilirdik ki, onlar da kendi kaynaklarını tüketip bizimkilere dadanma peşindeydiler... olmasaydı onu da paylaşırdık.
okul bittiği gibi çantayı yere fırlatıp ağacın tepesine çıkardım... cebimde sabahtan yanıma aldığım bir poşet... ona doldururdum henüz olmamış erikleri. sonra doğru eve! güzelce bir kaseye onları yerleştirip, yıkayıp, tuzlayıp... kendim bir şeyler yapmış olmanın mutluluğuyla...
sanırsın para kazanmış, eli ekmek tutmuş,
evine poşetle geliyor...
mutluyduk ama, şimdi ne kadar komik görünüyor bilmem...
esasında çok sevmem böyle şeyleri. pek bir yavşakça gelir, bir dönem yapılmış şeylere duyulan özlemle şu anda olana duyulan hınç falan. sonuçta, benim yaşadığım dönemde olanlara gülünç veyahut acıklı yaklaşan o zamanlar da vardı... şu anda sözkonusu neslin on sene sonraki nesle hışmı da vuku bulacak belki de. bu hep olacak. yaşam sürdüğü müddetçe.
fakat maalesef bu korkunç bir realite. şimdi, 80'lerde çocuk olan kesimin heyecanla anlattığı şeyleri daha iyi anlayabiliyorum. çünkü bende de bu tarz duygular var. fazlasıyla.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)